BirGün / Berna Ataoğlu / Hamlet Eleştiri Yazısı

 

Oyun oyun içinde, izliyoruz, izleniyoruz: “Hamlet”

AYD_9184

BERNA ATAOĞLU bernaataoglu@gmail.com

http://www.birgun.net/haber-detay/oyun-oyun-icinde-izliyoruz-izleniyoruz-hamlet-101190.html

Gelmiş geçmiş en iyi tiyatro metinlerinden biri olduğu söylenir Shakespeare tarafından kaleme alınan Hamlet’in. Neden yüzyıllar geçmesine rağmen hala aynı heyecanla izliyoruz , neden her yıl bir çok ülkede tekrar tekrar sahneleniyor bu oyun? Shakespeare gibi bir dehanın ürünü olmasının etkisi büyük kuşkusuz. Fakat sadece bu mu? Metnin en ünlü cümlelerinden biri; ‘’ Kokuşmuş bir şeyler var Danimarka’da.’’ Kokuşan sadece Danimarka mı? Keşke bu metin, kendi kokuşmuşluğumuzu, hala devam eden çürümüşlüğümüzü o sonsuz ataletimizi bu kadar vurmasaydı yüzümüze. Öyle bir çürümüşlük ki akbabalar bile tenezzül etmez bu leşe.

Kokuyordu Danimarka, taht sevdasıyla kardeşin kardeşi öldürüp her şeyine sahip olmaya çalıştığı, tüm çabaların ölümle sonuçlanacağı oyunlar, kurgular diyarıydı. Bir dünya prototipi Danimarka, iktidar mücadelelerinin arketipi. Shakespeare’in Hamlet’i oynanan büyük oyuna deli rolü yaparak kendince bir oyunla cevap veren , tek eylemi eylemsizlik olan bir genç. Amcasının babasını öldürülmesiyle annesini, toprağını amcasına kaptıran, babasının hayaletiyle konuşan, intikam içinde yanıp tutuşan, deliymiş gibi yaparak etrafını izleyen, deliliğinin de izlendiğinin farkında olan bir genç. Biriktiriyor Hamlet içindekileri; zehirle, acıyla,kederle ve kaderle. Boynunda ihanetin, intikamın tasması, çekiştirip duruyor düşünceleri onu bir o yana bir bu yana. Annesine yükleniyor en çok, annesine ve bir zamanlar sevdiği Ophelia’ya. ‘’ Kadın demek zaaf demekmiş ‘’ diyor Hamlet ve körleşiyor intikam hırsıyla. Annesi Gertrud’un babasının ölümünden sonra amcasıyla birlikte olmasını hazmedemiyor, onu şehvet düşkünü olmakla suçluyor. Oysa Gertrud’un arada kalmışlığını, mecbur bırakılmışlığını, yumuşak ve itaatkar tavrını görmüyor. Güç mücadelelerinin ortasında bir kadının seçme şansı olmadığını anlamıyor ve tüm kadınlara öfke duymaya başlıyor. Babasının ve abisinin kontrolü altında itaatkar davranmak zorunda kalan Ophelia’nın onu reddedişini de kabullenemiyor, zalimce davranıyor ona. Ele avuca sığmıyor Hamlet. Laf dinlemiyor, kral tarafından da kontrol edilemiyor. Bu herkesin birbirini yola getirme çabası tüm sarayın yok olmasıyla son buluyor.

Versus tiyatro, ‘’ Büyüklerin dünyasında telef olan gençlerin trajedisi’’ vurgusuyla tanıtıyor bize kendi Hamlet yorumunu. Oyunun yönetmeni ve dekor tasarımcısı Metin Balay , kokuşmuşluğu biz de duyalım istiyor. Bu yüzden seyirciyi oyunun içine yerleştiriyor. Konforlu koltuğumuzda oturup karşımızdaki oyunu izlemiyoruz bu kez, biz de oyuna geliyoruz, oyuna gelmiş izleyicileri izliyoruz, izleniyoruz. Hamlet’in teri yüzümüze düşüyor, Kralın hayaleti aramızdan geçiyor, zehirli kılıç bizi de yaralar mı diye korkuyoruz. İçerdeyiz ama yine de sadece izliyoruz. Önümüzde oynanan oyunlara, katliamlara sadece bakıyoruz. Ne kadar içerdeysek o kadar dışarıda tutmaya çalışıyoruz kendimizi. ‘’ Bu bir oyun ‘’ dedirtmeye çalışıyoruz içimizdeki sese, ‘’ Birazdan bitecek ve alkışlayıp çıkacağız.’’ Bir odanın içindeyiz. Seyirciler, birbirimize bakıyoruz. Ortamızda podyuma benzer bir platform var ve odanın her yanı oyun alanı. Oyuncular bazen önümüzdeki podyumda bazen podyumun başı ve sonunda oluşturulan mekanlarda bazen de aramızda, arkamızda, yanıbaşımızda olabiliyorlar. Dekora konumlandırılmış bir televizyon var. Bir rock konseri izliyoruz yerlerimize otururken. Sonra bir kadın geliyor dekoru silmeye, perdeleri düzeltmeye. ‘’Burada bir oyun oynanacak birazdan’’ demeye çalışıyor, ‘’ Burada hep bir oyun oynandı ve ben izleri siliyorum ‘’. Oyunu epik hale getiren bu oyun içinde oyun vurgusu, son ana kadar, kendimizle, ataletimizle, tepkisizliğimizle hesaplaşma sürecine girmemize zemin hazırlıyor. Bir oyunun içine sıkışmış ve çırpındıkça kendi felaketlerine doğru giden gençlerin yok oluşlarını izliyoruz.

Balay, zamanlararasılık kullanarak televizyon teknolojisinin de var olduğu bir Danimarka çiziyor bize. Hamlet’in yaşadığı gerçeklik paradokusunu televizyonun üzerimizde yarattığı hipergerçeklikle bize de deneyimletiyor. Baudrillard’ın simülasyon evreninde buluveriyoruz kendimizi. Medya’nın bu oyunu nasıl beslediğine, sarayın medyayı, medyanın da sarayı nasıl var ettiğine şahit oluyoruz. Birbirine düşürülen gençleri, gözümüzün önünde sere serpe uzanan cesetleri nasıl olağanlaştırdığımızı, biten bir tarihin yerini yenisine bırakışını, hep savaşla hep katliamla yaratılan dönüşümü, militarizmin her şeyi ele geçirişini, tarihin her seferinde tekerrür edişini izliyoruz.

Kostümler günümüze uygun seçilmiş böylece olan bitenin bir parçası olduğumuz hissi pekişiyor. Olanlar bizden uzak bir dünyada bizden uzak bir zamanda değil de tam da oyunun oynanışının şimdisinde gerçekleşiyormuş gibi geliyor. Oyunculuklar da oyunsuluğa yapılan vurguyu destekleyecek şekilde epik. Aynı zamanda biz oyuncuları izlerken oyuncular da bizi izliyor, bizimle konuşuyor, gözümüzün içine dikiyorlar gözlerini.

Kalabalık bir oyuncu kadrosuna sahip olan bu oyunda Shakespeare nasıl incelikle işlemişse her oyun kişisini, oyuncular da benzer bir titizlikle oynuyorlar. 120 dakika süren oyun boyunca tüm oyuncular ayrı birer seyir zevki yaşatıyorlar izleyicilere. Hamlet’in çağrısı üzerine saraya gelen tiyatrocuların gösterileri başlı başına bir performans olarak işlenmiş ve bu bölümdeki oyunculuklar oyunu daha da parlatıyor.

Talimhane tiyatrosunda oynanan Hamlet’i izleyip oyundan çıktıktan sonra şu soruyu soruyoruz kendimize: İçerdeki oyun bitti peki ya dışarıdaki?

X